12 Rebîülevvel 1331
(18 Şubat 1913)
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi...
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
Âlem bugün üç yüz elli milyon
Mazlûma yaman bir âlem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâki Şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu.
Allah için, ey Nebiyy-i Ma’sûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.
* * *
Bize “Dînî, Felsefî Musâhabeler” gibi muazzam bir eser yazan yâr-ı cânım,
üstâd-ı hâkîmim Hazret-i Ferîd’in kıymetdâr bir hâtıra-i iltifâtıdır:
“Enîs-i rûhum Akif’e,
Safahât’ın üçüncü kısmını neşre muvaffakiyetinden dolayı seni hâlisâne tebrîk
eder; diğer kısımlarının da peyderpey neşrine muvaffak olmanı Cenâb-ı Hak’tan temennî
eylerim.
Lisân-ı nazma -mâhiyetini tağyîr etmeksizin- müstaid olduğu inkişâfı verdin.
Türkçe’nin nazma gâyet elverişli olduğunu eserlerin ile isbât ettin. Bir müddetten
beridir lisânımızda herkes istediği gibi tasarrufâta kıyâm eylediğinden, lisânımız
bütün Osmanlıların lisânı olmak derecesinden lisân-ı şahsî olmak derekesine düşmüştür.
Filhakîka, üslûb, şahsın malı, ta’bir-i dîgerle sâhibinin timsâlidir; fakat lisânın
rûhuna dokunulmamak şartıyle.
Herkesin lisânda bir tasarruf-i mahsûs icrâsına salâhiyetdâr olması bir hadde
kadar mücâz olabilir; o haddi tecâvüz edenlere: “Dur!” demek lâzım gelir. Halbuki
lisânımızda icrâ-yı tasarrufâta kıyam edenler, teceddüd gösterenler, hiçbir hadde
riâyet etmiyorlar, hiçbir mikyâsa tâbi’ olmuyorlar, onun için lisânımız da günden
güne çığırından çıkıyor.
Meselâ bir heykeltraş, tasarrufât-ı hayâliyesiyle eserini kemâl-i mümkine îsâle
çalışır. Lâkin hiçbir zaman tabîatin ta’yin ettiği haddi tecâvüz edemez. Eserini
o had dâhilinde kemâl-i mümkine îsâl eder. O haddi tecâvüz ettiği anda, eseri bir
eser-i san’at değil, bir nümûne-i garâbet olur. Zîrâ sanâyie hâs olan kemâl nev’înin
zevk-i sahîh denilen bir mikyâsı vardır. Âsâr-ı san’atte gösterilecek kemâl dâimâ
o mikyâs ile ölçülür.
Ressamlık da böyledir. Ressam, eserinde göstereceği kemâli, anâsır-ı san’atin
nazm-ı tabî’îlerini bozmamak şartıyle gösterebilirse mahâret ibrâz etmiş olur; gösteremezse
tabîati kaba bir sûrette istinsâh ederek âdî bir mukallid derekesinde kalır.
Anâsır-ı san’ati vaz’-ı tabî’îlerinden çıkaran kimse, kavânîn-i san’ati ihlâl
etmiş demektir. Vâkıâ bu hâl ender olarak duhâttan sudûr eder. Halbuki nazar-ı sahîh
ile bakılacak olursa dehâ-yı hakîkînin, bu hareketiyle kavânîn-i san’ati ihlâl etmediği,
belki san’atin kavânîn-i mevcûdesine bir kânun daha ilâve eylediği görülür. Dehâya
has olan bu tasarrufu taklîde kıyâm edenler dâimâ aldanırlar, dâimâ muvaffakiyetsizlik
girdâbına düşerler.
Mûsikînin de o gibi tasarrufât-ı mübdiâneye aslâ tahammülü yoktur. Heykeltraş
olsun, ressam olsun, mûsikîşinâs olsun dâimâ san’ate hâs olan mikyâs-ı nev’îyi elinde
tutmağa, san’atinde göstereceği eser-i kemâli o mikyâs ile ölçmeğe mecburdur.
Bu şarîtaya riâyet etmeyen san’atkârların eserleri âsâr-ı san’atten ma’dûd olamaz.
Ne fâide ki şiirde bu dakîka asla nazar-ı i’tibâre alınmıyor. Çok kimseler sâha-i
nazmı tasarrufât-ı mübdiâneleri için gâyet vâsi’, gâyet müsâid buluyorlar. O vâdîde
gösterdikleri garâbetleri herkese birer bedîa-i ma’rifet sûretinde kabul ettirmek
istiyorlar. Yeni şiirlerde bunun pekçok numûneleri görülüyor. Çok kimseler de şi’rin
hakîkatini, şi’rde gösterilebilecek tasarrufâtın hadd-i tabî’îsini ta’yînden âciz
olduklarından bu başkalıklara teceddüd, yâhud kemâl-i san’at nazarıyle bakıyorlar.
Elhâsıl öteki san’atlerin kabûl etmedikleri o gibi tasarrufât-ı dâhiyâneyi zavallı
şi’r kolayca kabûl ediyor. Eğer şi’rimizde gösterilen keyfî tasarruflar bil-farz
heykeltraşlıkta, ressamlıkta gösterilmiş olsaydı, heykeltraşın elinden çıkan bir
heykel her halde bizim bilmediğimiz bir mahlûk olur idi! Kezâ bir ressamın böyle
bir tasarruf netîcesinde vücûda getireceği eserler de bize görmediğimiz, bilmediğimiz
bir âlemin menâzırını tasvîr eder idi. Şi’rimizde bu garâbet çoktan ta’ayyün etti.
Fakat onun temyîzi diğer san’atlerdeki garâbetlerin temyîzi kadar kolay olmadığından
bugün o garâbetlere yukarıda söylediğim gibi, teceddüd, yâhud kemâl-i san’at nâmı
veriliyor. Bakalım bu hâl ne zamana kadar devam edecek? Fakat sen lisân-ı şi’ri,
mâhiyet-i nev’iyesine hâs bir tekâmüle namzed kıldın; muvaffak da oldun; daha da
olacaksın.
Gelelim ikinci mülâhazaya : İhtimâl ki “San’at san’at içindir; san’atten maksad
yine san’attir; san’atte dinî, ahlâkî, siyâsî bir gâye aramak abestir” diye senin
mesleğine i’tirâz edenler, onu hoş görmeyenler vardır. Fakat o halde, ya’ni san’at
hakkındaki bu düstûr kabul edildiği takdirde, onu dinsizliğe, ahlâksızlığa da âlet
ittihâz etmemek lâzım gelir. Zîrâ san’at, bu sûretle kayıddan âzâde edilmiş olmayıp,
belki kuyûdun en berbâdıyle takyîd edilmiş olur. Ben, senin eserlerinde bu düstûra
muhalefetini gösterecek bir şey görmüyorum. Çünkü sen san’atte gâye aramıyorsun;
lâkin gâyede san’at arıyorsun. Mesleğin tamâmıyle maksadını te’mîne kâfîdir. Hemen
feyyâz kalemine istediği cevelânı ver, ciddî eserlere teşne olanları feyz-i kaleminle
reyyân et! Safahât’ın bu kısmını teşkîl eden manzûmelerin menbaı, Furkân-ı Hakîm
olduğundan hepsinin ilhâm-ı mahz eseri olduğunu söylemek zâiddir . Hemen söyle,
hemen yaz! Tevfîk-i Hudâ refîkin olsun azîzim.
30 Mayıs 1329 (12 Haziran 1913)
Ferîd”