Raf Aç/Kapat
Gölgeler / Said Paşa İmâmı *

Coşar âvîzeler artık, köpürür kandiller;
Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler!
Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr;
Nîm açık pencereler, reng ü ziyâdan mahmûr.
Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar;
Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par.
Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek,
Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek.
Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya;
Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya.
Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, Îran halısı:
Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan Yalısı!

Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak:
Fes, arâkiyye, sarık, yazma, bürümcük, yaşmak,
Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî,
Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni...
Ama birçokları da’vetli değilmiş, kime ne?
Bu açılmaz kapılar, şimdi, açık her gelene.

Avlu, dış bahçe, harem bahçesi, taşlık, yer yer,
Medd ü cezrin ebedî sâhası: Boy boy siniler,
Ki donandıkça o başlarla, hemen, çepçevre,
Tablalar, ay dede çıkmış gibi, başlar devre!
Yayılır baygın, ılık bir buğu, bir tatlı duman;
Çözülür büsbütün âvâre sinirler o zaman.
Kafalar tütsüyü aldıkça döner mest-i hayât;
İki el bir baş için, kim kime artık? Heyhat!

Orta katlar, sofalar, belli ki da’vetlilere:
Sofralar tahtanın üstünde değil bir kerre;
Bir de, oldukça merâsimle mükellef huzzâr;
Sonra, kalkıp oturanlar bütün eshâb-ı vakâr.

Yatsı bir hayli geçer, çifte ezanlar verilir;
Yazma seccâdeler artık yere, boy boy serilir.
Doğrulur Kıble’ye herkes, kılınır şimdi namaz;
Derken “Âmin!” çekilip arz edilir Hakk’a niyaz.
– Başlayın mevlide!
        – Lâkin, hani? Mevlid-han yok!
– Sordurun!
        – Hiç de gören bir kişi, bir tek can yok!
– Üsküdar’dan gelecek sözde, olur şey mi ki bu?
Bâri söz verme...
        – Adam sen de, bırak meczûbu!
– Bence aynıyla kerâmet delinin gelmediği:
Şu ilâhîcilerin hepsi okur ondan iyi...
– Bilemem.
        – Dinlediniz şimdi...
                – Evet, çok yüksek...
Ama hazretle kıyâs etmeye gelmez.
        – Ne demek?
– O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar.
– Pek uçurdun, a beyim!
        – Yok, ben uçurmam, o uçar.
Sâde bir gelse...Fakat gelmedi, bilmem ki neden?
– Beklemek nâfile, hâlâ ne gelen var, ne giden!
– Harem ağsında haber...
        – Anlayabilsek, ne diyor?
– Okuyun, beklemeyin emrini tebliğ ediyor.
Gâlibâ Vâlide Sultan gazab etmiş hocaya...
– Gazab ettiyse, çanak tuttu herif, doğrusu ya.
Bir saray halkını -sultanla berâber- hiçe say;
Bunca da’vetliyi, da’vetsizi beklet bir alay:
“Oyun ettim size; hey sersem adamlar!” diye, gül!
Çekilir nağme değil... Neymiş, anaçmış bülbül!
– Kim bilir, özrü mü var?
        – Dinleyemem varsa bile!

Başlanır Mevlid’e mu’tâd olan âdâbıyle;
Önce Tevhîd okunur, gaşy ile dinler herkes.
O, güzel, sonra, müessir, sekiz on parlak ses,
Kimi yerlerde ilâhî, kimi yerlerde durak;
Kimi yerlerde cemâ’atle berâber coşarak,
Kalan üç bahri terennümle, çekerken “Âmîn!”
Tâ uzaklarda çakar zulmet içinden bir enîn.
Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler.
O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı biraz,
Sûr-i mahşer gibi sesler çıkanr, şimdi, Boğaz!
Tutuşur, cebhe-i Sînâ’ya döner, sîne-i cev:
Sanki yüzlerce yanık ney savurur, yer yer, alev!
Kayalardan, kıyılardan bir ateştir çağlar:
Lâhn-i Dâvûd ile inler yine gûyâ dağlar!
Âh o kudsî nefes eşbâha ederken sereyan,
-Karalar vecd ile pür-cûş, sular pür-galeyan-
Dem çekip, dem tutarak etmeye başlar feryâd,
Boğaz’ın her tarafından bir ilâhî inşâd:

“Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced’sin , efendim!
Bîçârelere devlet-i sermedsin, efendim!
Menşûr-i “Le amrük”le müeyyedsin, efendim!
Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin , efendim!
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin, efendim!
Hak’tan bize Sultân-ı Müebbed’sin; efendim!”
......................................................................

Kesilir, gitgide, tedrîc ile sesler artık,
Aktarır sâhile mevlidciyi bir köhne kayık.
Koşarak, doğruca mâbeyne alır karşı çıkan,
“Nerde kaldın, Hoca?” der, Vâlide Sultan o zaman,
“Sen de kalleşlik edersen, bize eyvâhlar ola!”

– Henüz akşamdı ki, gelsem diye, düştüm de yola,
Yürüdüm haylice... Derken -hele sen kısmete bak!-
Öteden karşıma bir yaşlıca hâtun çıkarak,
“Azıcık dursana, oğlum!” dedi. Durdum, nâçar,
– Göğsün îmanlıya benzer, sana bir hizmet var,
Ama reddetme ki, zâten beni mahvetmiş ölüm:
Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd gömdüm!
Kızımın canı için, bâri bu kırkıncı gece,
Şöyle bir mevlid okutsam diyorum, kendimce.
Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benim, yufka elim...
Hocasın, elbet okursun; hadi oğlum, gidelim.
Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günâh!
Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh ,
İki dünyâda azîz eylesin Allah da seni.

Hâtunun sözleri dîvâneye döndürdü beni;
Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân;
“Çile dolsun, yürü öyleyse, dedim, oldu olan!”
Size yüzlerce adam mevlid okur benden iyi,
Ama bîçâre kızın, bağrı yanık anneciği,
Yoklasın merdini, nâ-merdini, insan diyerek,
Eli yüzlerce heyûlâya değip boş dönecek!
Fukarânın seneler, belki, siler göz yaşını;
Hangi taş pekse, hemen vurmaya baksın başını,
Elin evlâdına yanmaz parasız bir kimse!
Çâresizdim sizi bekletmede, beklettimse.
– Hoca! der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!
Yeniden mevlid okursun bize, da’vâ da biter.

Hilvan, 15 Haziran 1347 (1931)

* Ahlâkı da sesi gibi ilâhî olan bu adamı çocukluğumda bir kerre dinlemiştim. Said Paşa’nın kim olduğunu bilmiyorum.