Emîr Abbas Halim Paşa Hazretlerine
Hava ağırdı, fakat pek dokunmuyordu sıcak;
Gurûba vardı esâsen yarım sâ’at ancak.
Yakındı sâhile mihmânı olduğum mesken;
Yavaş yavaş iniverdim ağaçlı bir tepeden.
O, Nîl’i koynuna çekmiş yeşillenen, vâdî,
-Ki yok hazan safahâtında ömrünün ebedî-
Önümde, zümrüde benzer, yığın yığın mevecât ,
Saçıp saçıp uzuyor: Sanki bir serâb-ı hayât!
Şu imtidâda bakın, var mı yâl ü bâline eş?
Bu yâl ü bâli bütün gün kucaklayan o güneş,
Ki Nîl’i şarkına almış da garba geçmişti;
Ufukta son lemeâtıyle parlıyor şimdi...
Fakat ziyâsına hâlâ tahammül imkânsız.
Solumda bir büyücek hurma var ki yapyalnız...
Zemîni haylice mâil de olsa, çâresi ne?
Burundum artık onun zıll-i pâre-pâresine.
Bu noktadan ne müheyyic fezâya doğru nazar!
Birer kanat iki sâhilde yükselen ovalar:
Nigâh uzandı mı bir kerre dûş-i sâhirine,
Hayâl uçup gidiyor başka âlemin birine!
Zemîne şimdi, o gündüz alev saçan,
Âfâk Ilık ılık döküyor bir havâ-yı istiğrâk.
Gülümsüyor yüzü artık muhît-i reyyânın,
Muhâtı, çünkü, semâdan inen bu çağlayanın.
Deminki samte bedel hande çınlıyor yer yer:
Gülümsüyor koca vâdî, gülümsüyor tepeler;
Gülümsüyor suyu tırmanmak isteyip öteden,
Uzun kürekli kayıklarla bir büyük yelken;
Gülümsüyor beriden gölgeler döküp Nîl’e,
Otel binâları etvâr-ı imtinânıyle;
Gülümsüyor kıyılardan beş altı hatve kadar,
İçerde, ipli sırıklarla işleyen kuyular;
Gülümsüyor suyu kırbayla aktaran fellâh ;
Gülümsüyor bunu ömründe görmeyen seyyâh;
Gülümsüyor çalılıklarla örtülen dereler;
Gülümsüyor sayısız tarlalarla meşcereler ;
Gülümsüyor karılar, başlarında topraktan
Güğüm kılıklı birer kap, dönerken ırmaktan;
Gülümsüyor derelerde balık tutan, çıplak,
Çoluk çocuk suyu kepçeyle aktarıp durarak...
Sabahleyin dolaşıp gördüğüm o heykeller;
Ki sermediyyete çılgın zavallı hırs-ı beşer,
-Kulûba nakşedecek yerde yâd-ı rahmetini-
Fezâya kazmak için zıll-i bî-kerâmetini ;
Dikip de her kayadan bin hayâta seng-i mezâr,
Bu korkuluklara vahşetle vermiş istikrâr;
Ki secdeler edecekmiş ayaklarında zemîn;
Ki arşı titretecekmiş alınlarındaki çîn!
Fakat zaman denilen dest-i kibriyâ-yı mehîb
Bu kahramanları etmiş ki öyle bir te’dîb:
Ne enf-i nahveti kalmış kırılmadık, ne kolu!
Civâr-ı ibreti enkaz-ı lâşesiyle dolu.
Ne çehrelerde mehâbet , ne cebhelerde gurûr;
Silik hutûtuna çökmüş bütün meâl-i fütûr.
Adâletin bu kadar bî-aman tecellîsi
Nigâh-ı zâire vermekte merhamet hissi.
Evet, mezârı o heykellerin uzaktı bana;
Şu var ki mün’atıf oldukça gözlerim o yana,
Gülümsüyor diyorum onların da çehreleri.
Gülümsüyor koca bir ma’bedin uzakta yeri.
Gülümsüyor sağa baktıkça karşıdan “Karnak”;
Gülümsüyor o sütunlar ki, Nîl’e müstağrak,
Zılâl-i ra’şe-nümâsıyle oynuyor emvâc.
Gülümsüyor, dağınık başlarında altın tâc,
Semaya fırça vuran hurmalar sevâhilden.
Oturmuş olduğum âsûde sath-ı mâilden,
Biraz yukardaki çardak biçimli gölgeliği,
Nasılsa görmek için kalkayım, dedim... Ne iyi!
Fransız, İngiliz, Alman, on üç kadar seyyâh,
Üçer beşer küme olmuşlar: İnliyor akdâh !
Birinciler gülüyor... Çünkü ceyb-i meşhûnu,
Yerinden oynatıyor kâinât-ı medyûnu .
“Sedan”, düşündürecek olsa olsa maskarayı...
Refâh unutturur insana en derin yarayı.
İkinciler gülüyor, hem de hakkıdır, gülecek;
Cihan bir emrine âmâde... “Öl!” desin, ölecek...
Tutuşturup bütün akvâmı karşıdan bakıyor!
Çelikle taş vuruşurken, herif çubuk yakıyor!
Üçüncüler gülüyor, çünkü zûr-i bâzûsu,
Ne derse “Doğru!” denen bir kefîl-i nâmûsu.
Beşer ki kuvveti bahşetmiyor henüz hakka;
Ne çâre var onu kuvvetle almadan başka?
Zebun musun? Yalınız ağlamak senin hakkın!..
Evet, bu sâha-i cûşun, bu cûş-i ezvâkın
İçinde ben, yalınız ben zavallı gülmüyorum...
Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da ma’zûrum:
Vatan-cüdâ gibiyim ceddimin diyârında!
Ne toprağında şu yurdun, ne cûybârında,
Bir âşinâ sesi, yâhud bir âşinâ izi var!
Sadâma beklediğim aksi vermiyor ovalar.
Bileydim ey koca Şark, ey cihân-ı dûrâdur,
Senin nerendeki evlâdının nasîbi huzûr?
Başın belâlara girmiş; elin, kolun pâmâl,
İçinden esti ki bir gün hevâ-yı istiklâl?
Görür müyüm diye karşımda müslüman yurdu,
Bütün diyârını gezdim, ayaklarım durdu.
Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan,
Hep inkisâr-ı emel taştı rûh-i zârımdan!
Vatan-cüdâ olayım sînesinde İslâm’ın?
Bu âkıbet, ne elîm intikâmı eyyâmın!
Benim ki yaşlıyım artık, düşük kolum, kanadım;
Bu intikâmı çalışsın da alsın evlâdım.
Ufukta şimdi güneş sönmek üzre sallanıyor;
Şu var ki çehresi hâlâ parıl parıl yanıyor.
Biraz geçince, şuâ’ât-ı vâpesîniyle,
Dikildi geldi de karşımda, ansızın Nîl’e,
Sularla esnemeyen bir amûd-i nûrânûr,
Fakat bu zıll-i mübâhî, bu intibâ’-ı vakûr,
-Ki çok zaman kalacak sandım imtidâdından-
Beş on dakikada Nîl’in silindi yâdından!
Yazık, o gölge de milyarla zıll-i nâ-yâba ,
Katılmak üzre atılmış meğer bu girdâba!
Görünmüyor güneş artık, önünde perde cibâl;
O, şimdi başka ufuklardan etti arz-ı cemâl.
Acıklı rûhunu mağrib hazîn hazîn döktü;
Zemîne şâm-ı garîbân yavaş yavaş çöktü.
Değişti çehresi Nîl’in: Önümde az kumral;
Deminki zıll-i sütûnun yerinde pek koyu al;
Biraz ilerde, fakat, âdetâ karanlıktı.
Bu reng-i mâteme dağlar da âşinâ çıktı:
Karardı baktım uzaktan dumanlı cebheleri.
Ridâsı mağribin artık kucaklamıştı yeri.
Demin gülümseyen âfâkı tülledikçe zılâl,
Uyandı rûh-i garîbimde bir hayâl-i muhâl:
Cihân-ı sâmiti karşımda ağlıyor sandım...
O gölgelikten inip nûra doğru tırmandım.
15 Kânûnisâni 1329
(28 Ocak 1914)
* El-Uksur, Kâhire’nin altı yüz kilometre kadar cenûbunda Nil’in sâhil-i
şarkîsine düşen bir mevkidir ki eski Mısırlılardan kalma pek çok âsâra mâlik
olduğu için seyyahlarca mâruftur. Aşağıda ismi gelecek “Karnak” ise bizim
Atmeydanı’ndaki dikilitaşlarla doludur.