KÖR NEYZEN
Elinde, nevha-i mâtem kadar acıklı sadâ
Veren bir eski kamış; koltuğunda bir yedici;
Şu kör dilenci, bakardım, olunca nâle-serâ ,
Durup da merhameten dinleyen gelip gidici,
Önünde boynunu bükmüş zavallı keşkülüne ,
Atardı beş para, onluk değilse bâri yine.
Kırık sazıyla ederken zaman zaman feryâd,
Gelirdi gûşuna onlukların tanîniyle
Birer nevâ-yi beşâret , birer peyâm-ı vedâd;
Birer sadâ ki; neyin sîne-çâk enîniyle
Karışmayıp, yalınız dem tutardı sanki ona!
Bu ses, bu manzara gâyet hazîn gelirdi bana.
Muhîti hep mütevâli leyâl-i dûrâ-dûr...
Sabâh yok onun âfâk-ı târ-ı ömrü için!
Yüzünde hande-i ümmîdi andırır bir nûr
Görülmüyor! O mükedder, elîm çehre bütün
Kesîf bir bulut altında perde-pûş-i melâl...
Geçen zamânı karanlık, karanlık istikbâl!
Nasıl hakîkat-i yeldâ? Hayatı git ona sor:
Bulur nazarları dünyâyı perde perde zalâm!
Belâyı görmüyor amma bütün belâ görüyor,
Bu kâinât-ı sefâlette eyledikçe devâm.
Arar bulunduğu yeldâ-yı bî-tenâhîde
Zavallı, bir çıkacak yol sabâh-ı ümmîde!
Görür şedâid-i eyyâma karşı dûşunda,
Siper vazifesini lîme lîme bir abacık.
Fakat o setre-i bîtabı her hurûşunda,
Açar da dest-i inâdiyle rüzgâr; artık,
Körün sakındığı üryan vücûdu meydâna
Çıkar, göğüs gerer emvâc-ı berf ü bârâna !
Geçende çarşı içinden çıkınca baktım ki:
Çamurlu taşlara yaslanmış inliyor sâil.
Hasırdı şiltesi, altında hem de pek eski,
Şadırvan olmasa üstünde yoktu bir hâil:
Duyulmuyordu uzaktan neyin de şimdi sesi,
Yakından ancak işittim o vâpesin nefesi!
O, kendi kendine üfler mi yoksa inler mi?
Ne dinleyen, ne duran var... Bakıp geçer herkes.
Mezardan akseden âvâzı kimse dinler mi?
Zavallı, ölmeğe bak, nâle-i tezallümü kes
Fakat durun... Yine keşkülde bir tanîn-i medîd .
Duyuldu... Ah ne nâzendedir sürûd-i ümîd!
Şadırvanın, körü altında saklayan, saçağı
Delinmemiş mi? Buluttan coşup gelen yağmur,
O sakbeden uzanıp bir sicim gibi aşağı,
Zavallı keşkülü baktım yavaşça kamçılıyor,
Duyunca kör, bunu bir cûş-i merhamet sandı,
Uzandı keşküle, heyhât, işte aldandı.
Morarmış elleri boş çıktı, sâde ıslandı!