Hurûşan bâd-ı süfliyyet derûnundan , kenârından;
Girîzan rûh-i ulviyyet harîminden, civârından.
Çıkar bin nâle-i nevmîd hâk-i ra’şe-dârından ,
İner bin zulmet-i makber fezâ-yı şeb-nisârından .
Gelir feryâdlar ebkem duran her seng-i zârından :
Yıkılmış hânümanlar sanki çıkmış da mezârından,
Dehân-ı hasret açmış rahnedâr olmuş cidârından !
Çöker bir dûd-i mâtem titreyen kandîl-i târından :
Sönüp gitmiş ocaklar yükselir gûyâ gubârından !
Giren bir kerre nâdimdir hayât-ı müsteârından ;
Çıkan âvâredir artık cihânın kâr ü bârından.
Dökülmüş âb-rûlar bâde-i pesmande hâlinde...
Emel bir münkesir peymânedir saff-ı niâlinde !
Boğulmuş rûh-i insânî şarâbın mevc-i âlinde .
Nümâyan mel’anet sâkîsinin çirkin cemâlinde!
Ne mâzi var, ne âtî, bak şu ayyâşın hayâlinde...
Tutup bir zehri âteşnâk dest-i bî-mecâlinde
Zevâl-i ömrü bekler hem şebâbın tâ kemâlinde!
Merâret intibâ’ etmiş cebîn-i infiâlinde ...
Derin bir iltivânın sîne-i zerd-i melâlinde
Odur ancak hüveydâ ser-nüvişt-i bî-meâlinde ,
Müebbed bir de nisyan nazra-i sengîn-i lâlinde.
Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim;
Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim.
Bitince bir sıra ev, sonra bir de vîrâne,
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhâne:
Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkân;
İçinde bir masa, yâhud civar tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Sakat, bacaksız on, on beş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle,
Beş on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgâhlık
Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık.
Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lâmba...
Önünde bir küme: Fes, takke, hırka, salta , aba
Kımıldanıp duruyorken, sefîl bir sohbet,
Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet:
– Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyâdece ver...
– Ziyâde, anladık amma ya içtiğin şişeler?
– Çizersin...
– Öyle mi? Lâkin silinmiyor çetele!
Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu...
– Hele!
– Bizim peşin paramız... Almadın mı dün guruşu?
– Ayol, tükendi mezem... Bâri koy biraz turşu.
Arattı kendini ustan... Dinince dinlensin!
– Hasan be, sen de nasıl nazlı nazlı söylersin!
Nedir o türkü... Aman başka yok mu?.. Hah, şöyle!
– Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle.
– Nevâzil olmuşum, Ahmed, bırak sesim yok hiç...
– Sesin mi yok? Açılır şimdi: Bir imam suyu iç!
– Yarın ne iştesin Osman?
– Ne işteyim... Burada!
– Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada?
– O kim gelen?
– Baba Ârif.
– Sakallı, gel bakalım...
Yanaş.
– Selâmün aleyküm.
– Otur biraz çakalım...
– Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para!
– Ey anladık a kuzum...
– Sar be yoldaşım cıgara...
– Aman bizim Baba Ârif susuz musuz içiyor!
– Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor.
– Moruk kaçıncı kadeh? Şimdicik sızarsın ha!
– Sızarsa mis gibi yer, yatmamış adam değil a.
Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı,
Ağız, burun, hele sesler bütün karışmıştı;
Dikildi ağzına baktım, açık duran kapının,
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
Beş on dakika süren bir düşünceden sonra,
Kadın da girdi o zulmet-serâ-yı menfûra .
Gözünde ebr-i te’essür, yüzünde hûn-i hicâb ,
Vücûdu ra’şe-i nâçâr-ı ye’s içinde harâb,
Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Baba’ya:
– Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık...
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sâde;
Sakın düşünme çocuklar aceb ne yer evde?
Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa!
Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa!
Zavallı ben... Çamaşır, tahta, her gün uğraş da,
Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta!
O tahtalar, çamaşırlar da geçti: Yok hâlim...
Ayakta sallanışım zorladır Hudâ âlim!
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;
O yavrucakları çıplak, sefîl alıştırdın;
Bilir mahalleli kim aldığın zamanda beni,
Çehiz çimenle donatmıştı beybabam evini.
Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin!
Evet, kumarda yedin, hem de Karşılar’da yedin!
Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki?
Soran “Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!”
Diyen kadınlara; “Pek doğru, pek” deyip gidiyor.
Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!
Benim güzel meleğim, hiç de tâli’in yokmuş.
Anan benim gibi sersem, babansa bir sarhoş!
Necip de minderi koltukta geldi mektepten...
Demiş ki kalfa: “Sekiz aydır almadım hele ben
Ne haftalık, ne de aylık... Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak!”
Kovuldum anne! deyip ağlıyor zavallı çocuk...
Ne yapsın annesi? Dünyâda bir güvendiği yok!
O bâri bir adam olsun da kalmasın câhil
Demiştim olmadı... Lâkin kabâhat onda değil:
O her sabah okuyordu gürül gürül cüzünü;
Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü.
Üç akşam oldu ki yoksun. Necip: Babam nerde?
Ben isterim onu mutlak demez mi? Bak derde!
Sular karardı; bu saatte hiç gezer mi kadın?
O, sarhoşun biri, tut kim sokak sokak aradın...
Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki,
Dedim. Fakat çocuğun durmuyordu. Baktım ki
Avutmanın yolu yok; komşunun Hüseyn Ağ’yı
Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyâyı.
Anam benim gibi evlâd doğurmaz olsaydı,
Bu hâli görmeden evvel gözüm yumulsaydı!
Herif! Şu hâlime bak, merhametli ol azıcık...
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin,
Sizin de belki var evlâdınız...
– Hasan, ne dedin?
– Bırak, köpoğlu kadın amma çalceneymiş hâ!
– Benimki çok daha fazlaydı.
– Etme!
– Elbet ya!
Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Halim?
– Kadın lâkırdısı girmez kulağıma zâti benim.
Senin karım dediğin âdetâ pabuç gibidir:
Biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir.
Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi;
Herif mezar taşı tavrıyla sâde dinlerdi;
Açıldı ağzı nihâyet , açılmaz olsa idi!
Taşıp döküldü, içinden şu lâ’net-i ebedî:
– Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!
– Ben anladım işi: Sen komşu, iyice sarhoşsun;
Ayıltınız şunu yâhu!
– İlişmeyin!
– Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın!